Yaşa(ma)mak
- Hüseyin Yılmaz
- 16 Eki 2024
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 21 Eki 2024
‘beni bir ses sahibi kıl, kefarete hazırım öyle mahzun ki hüzün ciltlerinde adına rastlanmasın’
Yaşıyor olmaktan memnunum. Yollara gebe geçti şimdiye dek yaşadığım yılların nerdeyse yarısı. Yeni şehirler keşfetmekten, şehirlerin kültürlerine teşne birisi olup onlarla bağ kurmaya çalışmaktan, devridaim eden bir şekilde yeni insanlar tanıyıp, her tanımanın nihai olarak hayatıma bir ders şeklinde dönmesinden de memnunum. Farklı iklimler, coğrafyalar ve kimliklerle biriktirilmiş çokça anı ve uzunca bir seyir defteri. Bütün bunların, sahibi olduğum bu ben in her hücresinde pay sahibi olduğunu düşünüyorum. Bir şekilde güzergâhımızda bulunan her insandan iz taşır hayatlarımız hatta ruhlarımız. Bazılarımız bunun farkında olup rotasını ona göre düzenlerken çoğu insan gibi gelişigüzel rastlantısal olarak yaşamakta bir seçenektir elbette. Zaten yaşamak buna denk olan bir şey. Bir şekilde insanın tekrar ve tekrar kendisine denk gelerek kendi anlamını bulmaya çalışması ve kendi benliğini keşfedip yeniden inşa etmesi.
Otto Rank bir insanın başına gelebilecek en büyük travmanın doğmak olduğundan bahseder. Haksızda değildir doğrusu dokuz ay olabilecek en güvenli ortamda, beslenmeyle ilgili en ufak probleminin dahi olmadığı bir yerden kıçına şaplak vurularak çıkartılıp, hıçkırırken insanların sevinçlerini izleyecek olmak epeyce büyük bir şeydir. Bu yüzden denilebilir ki doğarken saldırır hayat insanın üzerine. Gittikçe artan hücumlarıyla bir rüzgâr gibi durmadan surlarımızda bir gedik arar. Ve yakaladığı boşluklardan bir karabasan edasıyla doluşu verir. Her zaman kötü olmaz tabi ki nadiren güzel tohumlarda getirir esintisiyle ve umulmadık zamanlarda umut yeşertir.
Kodlarımızda bu travmanın bilgileri olduğundan mı bilmiyorum ama artık her yeni güne istemeyerek uyanmamız garipsenmeyecek kadar gündeme yerleşmiş durumda. Evet, birçoğumuz gerçekten yeni bir güne başlamak konusunda gerçekten zorlanıyoruz. Bunu sağlayanlar şeylerden birisi de belki de yeni günden beklentilerimiz. Görsel, işitsel olarak durmadan mutlu olmamız gerektiğine, sırıtan bir kalıp surata sahip olarak ortaya çıkmamız gerektiğine inandırılmaya çalışıyoruz. İşinde, yaşamında, aldığı kararlarda memnun olmayan fakat görünmez bir akıntının etkisiyle minör depresyon kıvamında günleri süren birçok tanıdığım var. Zaman zaman bende onların arasında istatistiğe sayı olarak dâhil bulunuyorum. Peki, ne yapmamız lazım? Olduğumuz yerde bekleyerek olayların bitmesini, yeni günün geçmesini ya da sihirli bir değneğin değip günü işimize gelecek şekilde ayarlamasını mı temenni etmeliyiz?
Bende bekledim. Hayatın saldırılarına karşı hep bekledim. Sanki bir durakta bekledim ve bir otobüs gelecek, binecek ve gidecekmişim gibi bekledim. Esas hayat orada ortaya çıkacak. Bütün durmalar, farkında olarak geride kalmalar, kursağa kadar gelen birçok cümleleri yutmalar, tereddütler, içimde ki sır gibi kalmış muhteşem görüşler orada değerini kazanacak diye bekledim. Kazanmadı.
Hayatın saldırılarına karşı beklemek yerine; yaşıyor olmayı anlamlandıracak şeylerin başında kendini tanımak geliyor. Kendi ile meşgul olan insanın hasetle, kinle, kibirle bir alışverişi olamaz. O kendi sakinliğinde, içinde barındırdığı kuyusunun derinliğindedir zaten. Artık olmanın yetmediği sahip olmak gibi numarası yanlış bir gözlüğün ardından bakıyoruz dünyaya. Nereye baksak bulanık ve çeyrek çepelek görmemizin sebebi de bu. Peşinde olduğumuz şey bir kavramın kendisi olmaktan ziyade artık onu pazarlayacak tarafta yer almak. Böyle olduğundan dolayı artık o kadar fazla göz alıcı kelime ve cümle varyasyonlarımız türediği halde anlam bakımından sınıfta kalıyor yaşantılarımız. O zaman cevap vermemiz gereken bir soru var: Ne zaman insan oluruz? İddialı bir soru elbette ama bence herkes düşündüğü zaman buna vereceği cevaplar üç aşağı beş yukarı birbirinin benzeri olacaktır. Peki, öyleyse neden bu kadar yoğun şekilde insandan mustarip ve şikâyetçiyiz? Hepimiz doğru sevgiyi arıyor, güvenli çalışma ortamlarının umudunu kuruyor, yarı yolda bırakmayacak dostlukların özlemini anlatıyoruz durmadan. Dürüst olmanın faziletinden söz açıyoruz. Hayatında hiç yalan söylemeyen birisi var mı bu satırları okuyanlar arasında? Peki, aramızda dünyadan beklentisi olduğu kadar ideal yaşayan birisi var mı? Her şeyden yakınanlarla hiçbir şey yapmadan sadece bekleyenler aynı istatistiğe konu oluyor, hiçbir şey değişmiyor.
İnsan bir nesne olsaydı eğer ne olduğu üzerine konuşabilirdik fakat bir canlı olmasının yanında yaşam sürecinin her fazında gelişmeye ve değişmeye devam ediyor oluşu bunu geçersiz kılıyor. Gerçek soru insanın kim olduğudur. Şahit olduğumuz bunca krizlerin, bunca olayların başta gelen sebeplerinden birisi, bir kimlik sahibi olup kendisini o yönde yoğurmamış bu kadar fazla insanın çiğ bir halde kalması. O yüzden kimliğimizi bulmakla ancak erdemli bir yaşayış noktasına ulaşabiliriz. Belki bu bizi insan yapmaya yetmez ama en azından yakınlaştırır. Erdemli olmak, kapsadığı kavramlara sahip olup benimsemenin yanında aktif ve bilinçli olarak da uyguluyor olmayı gerektirir.
İnsan, dışardan bakıldığı zaman oldukça katmanlı bir yapıya benzer. Her katmanında birbirine benzer özelliklerinin yer aldığı fakat birçok farklı özelliğinin serpildiği bin bir çeşit katman. Doğduğu anda bir dolambacın çizgilerini oluşturmaya başlar ve büyüdükçe aslında içinde var olacağı labirentini oluşturur. Yaşarken hayata anlam biçmeye çalışması bir nevi bu kendi oluşturduğu labirentten kaçmanın yollarını aramasından başka bir şey değildir. Meşhur mitte yer alan Daidalos’ un yaptığı Labyrinthos adlı, içinden kimsenin çıkamayacağı yapıya kapatılan minator adlı canavardan kaçmaya çalışırcasına köstebek gibi irdeler bazılarımız hayatının bütün tünellerini. Bazılarımız da çoktan yem olmayı kabullenmiş şekilde o zamanı beklemeye koyulur. Zaten yaşamak buna denk olan bir şey; kendi bütünlüğünü keşfetmiş kişiler anlamlı bir hayatın peşindeyken bunun uzağında kalanlarsa anlamsız bir sevinçle her gün biraz daha kendilerinden uzaklaşırlar.
Yorumlar