Savaş Bitti *
- Hüseyin Yılmaz
- 6 Nis
- 3 dakikada okunur

Dağılmış saçlarıma bak, uzayan sakallarıma. Gözümde yıldan yıla yeşeren yeşilin derinliğine bak ve anla: Ulaklar gönder 35’lere 45’lere, Savaş bitti. Görüyorsun sen de değil mi, kırılan namlusunu heveslerin, yaşamanın çukur merceğinde yansıyan; davetsiz yaşlanmayı. 94 garnizonundan ben. Ölmedim şüpheye düştüğüm hislerden, ölmedim parlak ve can alıcı gurbet mavzerlerinin önünde ve ölmedim yaşamak dediğiniz şey her neyse onun içinde. Evet, evet savaş bitti!
Büyürken insan bir an evvel aşmak istiyor çocukluğun o çıkmazlarını, gençliğin hatalı yokuşlarını. Çıkarıp atacağı masumiyet yeleğinden habersiz bir an önce giyinmek istiyor yetişkinliğin kibir ve maraz kokulu hırkasını üzerine. Sonra öyle bir yanıyor ki ne kadar soyunsa nafile, dönemeyeceği bir uzağın ucunda özleyerek gidiyor yeni yıllara.
Oysa kalkmışsındır bir sabah, hava aydınlık. Memleket dumanlı dağların ardındadır koşmayı bırak kuş olup uçsan varılmaz. Serçe beklerken karga konmuştur pervazına pencerenin ama karga iyidir, güvenli hissetmediği yerde durmaz. Dalgalanan şanlı bayrak önünde; işte yeni bir memleket sana, dört elinle sarılıp mahir olmak için çırpınacağın yeni bir deniz. İlerde daha kırışmamış gömlekleri yaşamanın, ilerde ılık mevsimler ve ilerde iyi günler ama şimdi düşünme bunları. Neydi o eski zamanda ta ilk çocuklukta annene verdiğin söz? ‘İyi bir insan olmak ve nerede olursan ol iyi bir insan kalmak.’ Aferin, doğru yoldasın çocuk!
Beni sorarsan büyüyorum. Evet, hala büyüyorum. Senin kadarken yuttuğum dünya da içimde büyümeye devam ediyor. Yakın bir zamana kadar insanların kötü olmasının bir sebebi olduğuna inanıyordum. Fakat yaşarken gördüm ki kötülük sebepsiz olduğu zaman kötülük oluyor diğer türlüsü hataya dâhil. İnsanların gerçekten kötü olabileceğini anlamamla bakışım yeniden şekillendi, yaşayışım yeniden bir beden buldu. Ama sana hala çok kızgınım. Cebime sıkıştırdığın bütün adresler asılsız söylediğin tüm numaralar yanıtsız çıktı.
Yıllar geçiyor. Ürgüp’ün o düşsel büyülü sokakları, memleket, Elbistan’da yatılı lise, yine memleket, Kars. Sayısız yol ve birçok öyle böyle içinden geçilmiş şehirler. Sahiden hepsi yaşandı mı? Ya da bunların tamamını yaşayan benim ne kadarımdı, hangi parçamdı? Hep ince bir çizgiymiş gibi geldi yaşamak bana; iki farkı bölgeyi birbirinden ayıran ince kırılgan bir çizgi. Bir trapez ustalığıyla o çizgide dans edebilenlere daima gıpta ile baktım. Çoğu zaman kolayı tercih ettim. Kırılmamak için ve dahi kırmamak için gülümsemeyi, anlayışlı bir toplum ferdi olmayı, nazik ve kibar olabilmenin en uç sınırlarında durabilmeyi. Geç bir sonra da anladım özgürlüğün bu demek olmadığını; her şeyin ötesinde ve kıymetinde kendi içimin, duygu ve düşüncelerimin olduğunu. Kaybedecek hala çok şeyim var biliyorum ve değer verdiğim şeyler bunların içinde değil artık bunu çok daha iyi anlıyorum.
Asırlar boyu yarattığımız ve koruduğumuz erdemlerin itibar görmediği zamanlarda yaşıyoruz. Derinliğimizden kaçıracak her yol mubah ama düşünmeye sevk edecek kendimizi sorgulatacak her şey bağnazlık artık. Kaç kişi kalmıştır ki kendi kendinin yakasına yapışıp kimsin diyecek?
Beni sorarsan hala bulamadım sana söz verdiğim o tepeyi. Çünkü henüz yola çıkamadım. Çünkü iyi birisi olarak kalabilmek için çok çaba sarf ediyorum. Sabahları erken uyanıyor, görevlerimi atlamıyor, üzerime vazife olmayan işlere burnumu sokuyor, hatır soruyor, ihtiyacı olana koşuyor ve ardımdan iyi birisiydi desinler diye çırpınıyorum. Ama yoruldum. İyi birisi olmaktan değil bunca pespayeliğin arasında kırışmadan kalmaya çalışmaktan, doğru olan olmaktan ve hatta anlamaktan yoruldum. Anlayamamanın, bilememenin verdiği huzuru özlermiş bazen insan.
Bazen bakıyorsun gökyüzünde onlarca yıldız. Belirli bir rotada hep aynı yerlerinde duruyorlar. Sense yıllardır dönüp dolaşıyorsun. Nerede olursan ol, geçmişin izleri bir avcı gibi peşinde. Üzerine yapışan anılar, silinmeyen lekeler gibi. Peki ya sen? Sende bir iz bırakabilecek misin bu dünyada? Bütün bu çabalar, telaşlar, yorgunluklar bir anlam taşıyor mu?
Beni sorarsan dargınım geçmiş olan yıllara. Henüz gelemedim o masumiyet ve mahcubiyetine. Çünkü onurunu satmış halden anlamaz insanlar arasında kaldım. Fedakârlığı, samimiyeti çıkar sayan tüccarların elinde kaldım. Ruhunu paraya satmış, gurursuzluğu bir madalya gibi boynunda gezdiren mahlûkatın arasında yaralı kaldım. İnsan düşmanından korkmaz çünkü o en büyük yarayı hep en yakınları verir. Hamlesini bekler ve sırası geldiğinde hançerini yerleştirir en hassas bölgeye. Yaralarımla meşgulüm şu sıralar.
Bir şiirinde söylüyor Melih Cevdet ANDAY en ihtiyacın olan dizeleri: ‘Bir misafirliğe gitsem/Bana temiz bir yatak yapsalar/Her şeyi, adımı bile unutup, Uyusam…’ Oysa biliyorsun hiç öyle bir uykun olmayacak. Nereye gidersen git, nerede olursan ol daima bir uzuv gibi taşıyacaksın kendini. Bundan kaçamazsın. Bu kaçınılmazlıklar cazip kılıyor biraz da yaşamayı. Evet, yaşamak istiyorsun bunca çirkinliğe rağmen ve bunca ahrazın arasında haykırmak istiyorsun değerli bildiğin şeyleri onlar her neyseler.
Beni sorarsan ben seni tanırım çocuk. Gözünün yeşilinden, gülüşünün kırılganlığından ezbere bilirim seni. Biliyorum her şey çok kaotik. Bir çıranın tutuşması kadar hızlı bir zambağın açması kadar yavaş geçiyor zaman. Zamanın kalburunda ne halde tamamlarsın bu döngüyü bilmiyorum. Bugün hala arıyorum o çocuksu masumiyetini ve mahcubiyetini. Sahi neydi ayaklarını yerden kesen mutluluklar, geceleri uyumana engel olan heyecanlar. İnan ki çok ihtiyacım var. Evet savaş bitti. Koskoca cephede yalnız başıma kaldım. Bir gün bir aynada, bir gölgede, bir parkta cıvıldaşan çocuk neşesinde ya da ışıl ışıl parlak bir göz bebeğinde karşılaşır mıyız bilmiyorum ama bil ki hala arıyorum seni.
Comments