Hayatta Kalmanın Kronolojisi
- Hüseyin Yılmaz
- 14 Ara 2022
- 2 dakikada okunur
‘Eski ve yıpranmış mazilerin tam ortasında yaşıyorum. Tanıdık, tanımadık; yakın ve ya uzak. Bütünüyle eski ve yıpranmış maziler. Zaman ilerledikçe gerisinde kalıyorum mu diyeyim? Koşmaktan vazgeçmiş o hipodromda ki atların kırbaç karşısında ki vurdumduymazlığı mı diyeyim? Şimdi söyle bana ne diyeyim?’
Zaman nehrinin yatağında ilerlemenin kaybettireceği şeyin daima seçtiğimiz yakanın aksini seçme hakkı olduğunu bilsem, olduğum yerde kıpırdamadan durabilmek isterdim. Fakat bu gerçek olamayacak kadar güzel bir ütopya. Gerçeklerin güzel olmamaları huyları hepimiz için malum. Per Peterson’un bir kitabında yazdığı gibi: “Yeterince konsantre olsam hepsini bulabilirdim ama beynimin içinde lakayt bir şey vardı, kaygan bir teflon parçası, her şey döne döne gelip ona çarpıyor sonra sıçrayıp uzaklaşıyordu.’’ Her şeyden geriyeyse bir yığın hikâye dolu zihin kalıyordu zaman nehrinin iki yakası arasında.
Eskiden çok severdim insanlara dair hikâyeler dinlemeyi. Hatta dinlemekten öte insanı gözlemleyerek o hikâyeleri kendim sezinleyebilmek için çabalardım. Terminallerde, tren garlarında, sabahın erken saatleri kahvaltı yapılacak herhangi bir yerde ve kahvelerde tekli masaya oturup yalnız çay söylemiş insan gözlerinden hikâyelerini anımsamaya çalışırdım. Anımsamaya çünkü her hikâye çağlar önce mutlaka yaşandı ve sona erdi. Şu anki bütün arayışlarımız tekrarları. Hikâyelerin peşlerinden koştukça biraz olsun müdahale edebilmek ve belki az belki fazla değiştirebilmek peşindeydim.
Fakat önce kalabalıklara olan ilgim azaldı sonra bir ruhun çekilmesi gibi anlamaya olan hevesim. Anlamakmış, neye yarar? Anlamak çaresi olmayan bir hastalık gibi yakalıyor insanı. Derste çocuklara anlamanın problemi çözmenin yarısı olduğundan bahsediyoruz fakat büyünce öğrenecekler: anlamak problemi çözmenin hiçbir haltı değil. İnsanlar tanıyoruz, kaynaşıyoruz ve hikâyelerini dinleyip ortak oluyoruz. Sonrası… Sonrası çaresizliğin en büyük öğretilerinden olan gözde donup kalmış birkaç damla yaş ve derince bir yutkunma. Duyduğun bir problemi çözememek, yardımcı olamamak bir şekilde belki de bu hayatta ki en büyük kamburlarımızdan olacak.
Ama hayat çoğu zaman böyledir işte. Hikâye peşinde koşarken hikâyeler dikiliverir karşına. Sadece dinlersin. Söz gelimi bir genç çıkar karşına üstü başı temiz ve berrak. İki çay söylersiniz. Daha çayın dumanı bardaktan ayrılmadan anlatmaya başlar. İlk cümlesinden sonra gelecek cümleyi, nerede içini çekip nerede sesinin çatallanacağını bilirsin. Allah bildiği gibi yapsın bu bütün bilmeleri de. Çaresini bulamayacağın on yüz milyon yüklerle kalkarsın masadan ve tokalaşırken ‘hayırlısı be’ diyerek biraz olsun teselli ararsın vicdanından.
Böyle olur bazen. Zaman nehri bütün gürültüsüyle akıp giderken, zihnimizin kırışık çarşafları arasında kalanlarla büyüyoruz. Buna tecrübe diyen de oluyor, sessizce sinesinde büyüten de oluyor. Ama ne olursa olsun çoğu kez o iki yaka bir araya gelmiyor,
bir bardak çay içiliyor,
dağılıyor herkes.
Masada kalanlara, geciken otobüslere, ipinden kopup kaçan kırmızı balonlara ve bütün gücüyle var olmaya çalışıp bir akşam yorgun düşenlere: https://www.youtube.com/watch?v=hxCKMakV9vU&list=RDMNqj3UCT9xk&index=5
Comments