Ey İnsanlık! dinlen!
- Hüseyin Yılmaz
- 10 May 2023
- 4 dakikada okunur
Charles Dickens bundan bir buçuk asır önce şöyle başlıyor kitabına: “Akıl çağıydı, budalalık çağıydı da. İnanç çağıydı aynı zamanda inkâr çağıydı da. Bir taraftan aydınlık bir taraftan karanlık mevsim yaşanıyordu. Umudun baharıydı, yeisin kışı. Her şeyimiz vardı ama hiç bir şeyimiz yoktu. Hepimiz doğruca cennete gidiyorduk ama hepimiz cehenneme de gidiyorduk.”
Hepimiz aslında huzuru arıyoruz. Kötü eylemlerde bulunan insanlarında, iyiliği yaymaya çalışanların da temel odak noktası bu. Haklı olarak kötülükte bulunabilecek huzuru sorgulayabiliriz. Ama bilmeliyiz ki insan olarak çok azımız kendimizin farkındayız. Her gün bir önce ki gün gündemimizde olmayan bir çok olayın içinde yer alıp günü bitiriyoruz. Dikkatimizi kendimiz dışında ki olgulara yönelterek zihnimizi hayatta tuttuğumuz yanılgısı içinde dağılıyoruz yataklarımıza.
Hayatımızda ki sorusuz cevapların sayısı her geçen gün artmakta. Gereğinden çok daha fazla cevap sahibi oluyoruz böylece. Öyle ki sahici bir sorunun ağırlığından kurtulmak için sûni cevaplar oluşturuyoruz. Naylon ilişkiler, yapay diyaloglarla kendi benliğimizi utunup, karşımıza konulan fabrikasyon bir kişilik içine yerleşmeye çalışıyoruz. Farklılıklarımızı törpüleyerek milyonlarcasından bir tanesi de biz oluveriyoruz. Çünkü orada kendimizin kafesinden azat edildiğimizi varsayabiliyoruz. Bu yüzden de bizi bir türlü yakalayamayan gerçekler bir şekilde umulmadık bir anda aniden karşımıza çıkıyor.
Çok sevdiğim bir Kızılderili hikayesi vardır. Beyaz adamla ata biner ve dörtnala giderler, derken Kızılderili bir anda durur. Beyaz adam şaşırır ve sorar, neden bekliyoruz? Kızılderili yanıt verir, çok hızlı gittik, ruhlarımız geride kaldı. Günümüzdeyse durum tam aksi istikamette. Ruhumuz ve şefkatimiz, sorularıyla yetişemesin diye durmadan daha hızlı bir seyir izliyoruz. Kendimizle baş başa kalmanın lüksü neredeyse hepimiz için bir ıstıraba dönüşmüş durumda. Kabul edelim ki dijital dünyaya karşı kaybettik. Giderek daha fazla hoşumuza gidiyor dünya ve giderek daha fazla yeniliyoruz. Yanlış anlaşılmasın yaşamayı sevmek ayrı dünyayı sevmek ayrı. Sırf birkaç hayati soruyu kendimize sormamak, sırf tadımızı kaçırmamak için durmadan kendimizden kaçıyoruz. Zaman zaman bir patlama noktasına geliyoruz, birkaç göz yaşı döküyoruz sonra geçiyor. Aman diyoruz böyleyken böyle. Ama öyle olmuyor işte. Gerçekten bu 'naylondan kederler' fazla değil mi? Bu kadar takdir ve beğenilmeye olan muhtaçlığımız fazla değil mi? Göz alıcı ambalajların içinde bomboş bekliyoruz. İnsan kendisini ambalaj sandığında haliyle kederi de ilişkileri de diyalogları da plastik oluyor.
Bazen zihnimin yorulduğunu hissediyorum. Yalnızlık diyesim geliyor, olması gerekenden çok daha kalabalık bir gürültünün içindeyim. Depresyon vs. şeyleri sayacak olsam, yalan çünkü içimdeki neşeyi ben biliyorum. Keder desen değil melankoli hiç değil ama diş ağrısı kıvamında yakalayan derin bir huzursuzluk mevcut. Açıyorum rehberi öyle zamanlarda; belki üç belki beş numara arasam derdi paylaşıp bir nefes alanı açabileceğim kişi sayısı, fazlası yok. Muhtemelen bu yazıyı okuyan hepimiz içinde benzer durumlar mevcut.
Muhabbet iki kaynak arasında güvenilir bir kanalla aktarılan bağın ismidir. Her şeyden önce gelir ve bir tohumdur aslında. Sevgi de dostluk da hatta bir bakıma aksiyle meşhur yalnızlıkta onunla yeşerir. Yokluğu ile var olmuş ne varsa bir parça eksik ve fazlasıyla yavan olur. Gündelik hayatın koşuşturması içinde bu şekilde tutunacak bağlara ihtiyacımız oluyor. İnsan günümüzde sanırım en çok kaliteli muhabbetin eksikliğini yaşıyor. Genellikle ya bayağı ve benlikten kopuk muhabbetler eşliğinde ya da anlam birliği sağlamayan telaşları konu ederek bir iletişim içinde olmaya çalışılıyor. İnsanlarla kurduğumuz ilişki ve bağlar hayatımızın rotasını belirliyor. Bu rotanın dümeninde de sanırım en büyük pay iletişimde saklı. Benliğimizden kaçarak bunu iletişimimize de yansıtıyoruz. Hayati konulardan, kritik noktalardan uzakta kalmak için gösterdiğimiz bütün çaba.
Biz en çok kendi üzerimize basarak ilerliyoruz hayat yolculuğunda. Çeşitli sebeplerle, çeşitli krizlerle türlü bahanelerle kendimizi geride tutup arta kalan ne varsa gündemimizin ortasına alıyoruz. Benliğimizden uzaklaşınca huzura ereceğimizi düşünüyoruz fakat kaçtığımız yer neresi? Kendimiz gibi kendisinden kaçmayı başarmış ya da onun için çabalayan kalabalıklar. Böyle olduğundan da dünya kadar dertle, boğuşmalarıyla oradan oraya savruluyoruz. Bütün bu savrulmalara son vermekte mümkün aslında. Fakat burada bir karar vermeliyiz. Birbirimizin kurdu mu olacağız yoksa yurdu mu? Bu soruya vereceğimiz cevaptan sonra hayatımızda bir şeyler eksilip yerlerine bir şeyler katılmalı. Çünkü bu iki cevapta grilik barındırmaz.
Bizi huzurdan alıkoyan bir diğer noktaysa aşksızlık. Burada bahsettiğim şey yalnızca bir insana duyulan aşk değil. Elimizin değdiği, aklımızın yettiği; meşguliyetinde olduğumuz ne kadar iş varsa hepsine kendimizden bir parça aktarabileceğimiz aşk. Aşksız başladığımız her iş bir yerden sonra mecburiyete ya da yarıda kalmaya mahkum oluyor. Ve yarıda kalan her şey günün birinde huzursuzluk olarak dönüyor. Ne güzel söylemiş Yunus'umuz: “İşitin ey yârenler aşk bir güneşe benzer / aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer.'
Hepimiz türlü inançlarımızın ışığında her yeni günden güzel birşeyler olmasını bekliyoruz. Dertlerin öğreticiliğinden saklanıp bir şekilde o zirve noktaya çaba sarf etmeden ulaşmak için can atıyoruz. Ama dünya böyle bir yer değil. Güzel gelecek, kendimiz için gerçekten güzel olabilecek şeylerin farkına varabilmemiz için acı tecrübelere sahip olmamız lazım. Bizse tecrübesi olmadan, acemisi olmadan ustası olma peşindeyiz birçok şeyin. Uzağında kalmaya çalıştığımız kötülükleri belki sonlandıramayız. Fakat bunların karşısında hedeflediğimiz iyi şeylerden koyuyor muyuz yoksa olduğumuz noktada mucizeler mi bekliyoruz? Huzurlu bir hayat hepimizin amacı fakat o hayatın taşlı yollarında yürümeye gerçekten razı mıyız? Dertlerimize derman beklemek en tabii hakkımız ama kaç derdin dermanı olmak için güç harcıyoruz? Bunlara net bir cevap veremiyorsak eğer yaşantılarımızın sonucunun berrak olmasını beklemek oldukça güç.
Karmaşanlardan yorulmuşlara, huzur işçilerine ve dinlenebilmek için kendi kalabalığında bir köşe arayanlara : https://www.youtube.com/watch?v=fPWYoOwzo1o
Commenti