top of page

Yanılsamadan Gerçeğe: Aşkın Seyri

  • Yazarın fotoğrafı: Hüseyin Yılmaz
    Hüseyin Yılmaz
  • 6 gün önce
  • 2 dakikada okunur


Sevmek bir kabiliyet işidir. Nesnesi kim olursa olsun esas olan dokunduğun yeri güzelleştirmektir. Bir bahçıvanın hassasiyetini yüklenir insan sevdiği zaman. Kendi doğasında zaten güzel olan bir kalbin toprağını ekeceği tohumlarla, ayıklayacağı dikenlerle daha ferah kılmak ister. Bu böyle yazılır ama pek bu şekilde yaşanmaz. Çünkü çoğu kez yazının çehresiyle duygunun gövdesi birbirlerini tanımazlar. Bu yüzden sevmek: Anlamını bilmekle gerçekleştirmenin farklı iki kıyıda bulunduğu, aralarındaki akıntının biriktirdiği tortularla beslenen bir eylemdir.


İnsan en çok aşkın ilk eşiğinde, daha kapısını açarken yanılır. Bir simaya bakarken, bir sureti öperken kendi gölgesine dokunur. Bildim sandığı karşısına çıkandır. Karşısına çıkansa çoğu kez kendi yansımasıdır. Bir anıt gibi ötekinin tenine, ruhuna kendi ihtiyaçlarını diker ve ibadet edercesine gün doğumundan gün batımına dek koşar. Farkında dahi olmadan olmak istediği ile kendisi arasına çekilen ipin üzerinde bir illüzyon üretmiştir. Tahammülü gençtir daha nasıl olsa sabrı körpe ve bilinci toydur. Rüya gibi gelir her şey. Varlığı dış dünyayı buğulandıran bir mercek gibi bakışına yerleşmiştir artık. Bütün zıtlıklara karşı göz kapanır. Nasıl olsa ruhu çocuktur ya bir ip olmuşta bütün dünyayı istediği renk ile örecekmiş gibi uyanır. Al dersin inanır mor dersin kanar. Ve hiç hissetmeden içinde bir tanrı olarak oluşturur aşkı, eksiksiz ve koşulsuz.


Ne zaman ki acı bir yel eser ve yıkıverir o varsayılan binalar, yapılar; çözülür tüm hayranlıklar. Aşk, hikayesi bittiğinde ya da yittiğinde temas eder gerçeğe ve o temas çoğu zaman can yakar. İnsan aslında bilir bu gerçeği. Boynunu bıçağa uzatan koç kadar, Zühre kadar, Mısır'ın meşhur kraliçesi Kleopatra kadar tanır bu hikayeyi. Tanır tanımasına ama yüzleşmekten kaçar, daima öteler. Ama gerçek peşini bırakmaz. Ne kadar kaçsa da yakalar bir yerde. Gürültülü bir yaşamla, çeşitli hazlarla akort ettiğini düşünse de yapışır yakasına. Gün gelir o kopan telin, bozulan tuşun, kırılan mızrabın cızırtısı bulduğu her çatlaktan sızar ve duyurur kendini. Bütün çatallanan sesler bir yerde orkestrayı dağıtır ve aşk tanrısı düşer. Masal dağıldı, gözlük kırıldı, büyü bitti. Kalan kim?


Bütün uyumsuzluklara, kaybolan pürüzsüzlüğe rağmen hâlâ kalınacak bir 'o' olması sahici bir sevginin kapısıdır. Oradan içeriye girdikten sonra ruh ve zihin özgürleşir. Artık mükemmel bir hikaye yoktur. Sonsuz keşfin ve içten gelen büyük bir kabulün olduğu yeni bir dünya vardır yalnızca. Bu da, bir gün uyanılacağı korkusuyla yaşanan rüyadan bağımsız insanca bir yaşamın yolu açar. O ideal figürün yokluğu; yanlışı ve eksiğiyle tıpkı bir insan olarak karşında duruşu ağırlık değil bağlılık ve ferahlık sağlıyordur. Beklentilerin, nasıl olmalıydı gibi şeylerin çeperinden sıyrılıp onunla olunan o hale yerleşilmiştir. Yaşamanın sanatkarlığının başladığı yer tam olarak burasıdır. Sevmek, çok bilinmeyenli kaotik bir denklemin içinde tek bir bilinene tutunarak yol bulabilmektir.


Hayat zaman zaman bizi içine çekip yüksek basınçlı bir kazana çevirir. Üst üste gelen kayıplar, belirsizlikler, kırgınlıklar...Hepsi içimizde birikir. Sustukça dolar, bastırdıkça şişeriz. İşte tam bu anda o yoğunluğu tahliye edecek bir açıklığa ihtiyaç duyar ruhumuz. Bu da bir insanı sevmektir; aşktan, hayranlıktan uzak sade bir sevgi... Sevmek bizi insan yapan son hatırlatmadır. Bir başkasının ruhunda kendini unutmadan var olabilmektir.




 
 
Yazı: Blog2 Post
bottom of page